20 Şubat 2013 Çarşamba

Düşünmek

Ne yapacağını bilmez halde dolanıyorum etrafta. Bütün gün düşündüm. İyi ki düşünüyorum dedim kendi kendime zira düşünmemek bir insanın kendisine yapabileceği en kötü şey. Düşündüysem de bir çare bulamadım, yardım istemeye karar verdim. Kendime biraz zaman tanımam gerek biliyorum, ama zaten sorun buna zamanımın olmayışı. Sonuç, ne yapacağını bilmez halde bütün gün düşünüp hala ne yapacağını bilmiyor olmak. İşin kötüsü hiçbir şey yapmak istememeye başladım, üşenmeye, tembelliğe... Önüme bir hedef koyabildiysem de adım atmaya mecalim yok. Bu yüzden de yardım almam gerektiğine karar verdim işler daha çok karmaşıklaşmadan önce!
Kendimi ne kadar zorladıysam da olmadı, olmuyor işte ve ben bir taş isem, çatlamak üzereyim. Bana yardım edebilecek kişilerse yabancılar. Tanımadığım insanlar. Bu çok kötü.

17 Şubat 2013 Pazar

bu aralar...

Bu aralar kafam önce biraz karıştı, sonra da taşlar yerine oturdu ve rahatladı. Şimdi daha net gördüğümü sanıyorum geçmişi, bugünü ve geleceği. Keşke hep bu kadar net olabilsem.
Son bir haftadır biraz depresiftim, yapmam gereken tonlarca işe sırtımı dönmüş ama arkaya bakmaktan da kendimi alamadan hayatıma devam etmeye çalışarak büyük bir mücadele veriyordum. Ve gerçekten bu çok yorucuydu. Tamamen kendime odaklanamadığım sorumluluklarla dolu bir ortamda ortalıkta çırpınan bir çocuktum. Yaptığım şey ise beyhude bir çabaydı sadece. Sadece çaba vardı, sonuçsuz.
Son günlerde çok düşündüm, sonunda biraz zihnim aralandı ve çeşitli konularda kararlar verdim. Eskisi gibi anlık kararlar değil ama! Sakin ve dingin olmak ilk yapılması gerekendi mesela. Sonra bugüne ve geleceğe bakmak. Gerçekçi olmaktı en önemlisi.
Biraz da kendime zaman ayırmaktan geçiyordu sanki çözüm.
Sonra biraz hastalığımı hayatıma katabilmenin, bundan sonra yaralanmadan ve suistimal edilmeden yaşamaya çalışmanın yolları üzerine yoğunlaştım. Farklı düşünce yapıları arasında yaptığım yolculukların farkına doğru zamanda varmak, dur veya hayır diyebilmeyi öğrenmek olmalıydı çaba.
Öğrenilecek, uygulanacak çok şey vardı ama önce bir durup düşünmek gerekiyordu. Harekete geçmek zamanı şimdi.

3 Şubat 2013 Pazar

ZEHİRLİ AĞACIN ZAFERİ


Yolda Ankara’ya gelirken, ilk iş göz doktoruna gitmekti planım, abim beni aldı, arabaya bindik, tam planımdan bahsedecekken, dur dedi, daha önemli bir şey var, sana kötü bir haberim var. ‘Sana kötü bir haberim var’ dedikten sonra artık dedemin öldüğünü söylemesine gerek yoktu, anlamıştım.
Birkaç ay önce, dedemin artık yalnız başına yaşayamayacağına karar vermesi gibi, şimdi de Allah onu yanına almaya karar vermişti. Dedemin kararı bana hep çok garip gelmişti, bir gün önce yürüyor, yemek yiyor ve kendi başına tuvalete gidebiliyorken, ertesi gün bunların hiçbirini artık tek başına yapamayacağına karar vermişti ve yatağına yatmıştı. Bir süre çocukları, sonra da bakıcısı tarafından bakıldıktan, iyice kilo verdikten (ki zaten çok zayıftı) ve sırtında yaralar çıktıktan sonra da bir gün ölmüştü.
Eve gelip kıyafetlerimi değiştirdim, siyahları giydim, dedemin evine gittim. Öncesinde sordum, evdeki durum nasıldı? Herkesin beklediği bir şeydi diyor abim. Beklenen bir ölüm. Nasıl oluyormuş acaba diyorum, gidiyoruz. Babam ve amcalarım sakin, metin. Babam beni gülümseyerek karşılamaya çalışıyor...
Daha önceden tecrübeyim, bir ölü evi nasıl olur bildiğimi sanıyorum. Ama bu çok farklı. Bir önceki çok genç, üç küçük çocuğu var, evde sakinleştirilmesi gereken bir anne ve kardeşler var. Bunda ise ‘beklelen ölüm’ dedikleri şey söz konusu. Nasıl oluyorsa beklenen ölüm.
Her ölü evinde alışılageldiği gibi, başta su böreği ve baklava olmak üzere, kap kap yemek geliyor, ha bir de çay ve şeker! Gelenlere ikram ediliyor hepsi. Komşulardan çay kaşığı, çay tabağı isteniyor, hepsi fazlasıyla geliyor, hatta kalacak yere ihtiyaç varsa buyurun deniliyor.
Ev dolu şimdi. Dedemi tanıyan, seven, sevmeyen insanlarla dolup boşalıyor. Oysa ben biliyorum, dedemin yıllarca o evde ne kadar yalnız kaldığını. Sonunda sıkılıp ölmeye yatmasına şaşmamak gerek.
Durmadan yenilip içiliyor ölü evlerinde, canına değsinmiş. Peki diyor, servise devam ediyoruz. Biz de acıkıp biz de yiyoruz. Aklıma bir önceki ölü evindeki bilge bir teyzenin sözü geliyor ‘elbette üzüleceğiz, acımızı yaşayacağız, ama elbet yiyip içeceğiz, güleceğiz de!’
Dedemle en çok vakit geçirme fırsatını bulanlar en çok üzülüyor. En büyük kuzenlerim en başta. Dedem odasında yatıyor, yeni öğreniyorum yatağından indirip yere yatırmışlar, yatakta olmazmış, neden bilmiyorum. Kuzenim dedeme sarılıp ağlıyor, uzaktan duyuyorum. Biri ağlayınca dayanamam ki ben.
Kadınlar küçük bir odada toplanmış, erkekler salonda. Herkes birbirinin hatırını soruyor, kuzenim ve ben hatırı sorulanlardanız, hatır soranlardan değil. Her şey saçma geliyor. Dedem içerde yatıyor. Bir anlık bir sessizlik oluyor ve bir telefon çalıyor, sessizliği bir şarkı bölüyor; ‘hani o bırakıp giderken seni’. Bir ara, holde yalnız oturuyorum, dedemin odası, kadınların oturduğu oda ve salonun arasındayım. Gözlerimi kapadığımda sesler duyuyorum, insanlar üçerli beşerli gruplar halinde farklı konularda sohbet ediyor. Evde bir gürültü var, dedem içerde yatıyor.
Ertesi gün sabahtan dedemi odasından çıkarıyorlar, yürüyerek girdiği evinden tabutuyla çıkıyor. Ve bir cenaze arabasının içinde, o çok özlediği karısının yanına gömülmek üzere köyüne gidiyor.
Köye gelir gelmez dedemi yıkıyorlar, babama senin de bir tas su dökmen iyi olur deseler de babam oralı olmuyor. Bir ara dedemin beyaz çarşafa sarılmış tabutun içinde öylece durduğunu görüyorum, beyaz çarşaf baş ve ayak kısmından düğümlenmiş sanırım, yıkandıktan sonra cenaze arabasına konuyor tekrar. Kim ne yana çekse o yana gidiyor artık dedem.
Öğle namazından sonra cenaze namazı için musalla taşına yatırılıyor tabut. Dedemi yıkadıktan sonra evine gidip banyo yapması gerekiyormuş imamın, sonra da namazını kılıp gelene kadar dedem orada öylece yatıyor. Önce büyük bir sessizlik, bir rüzgar esip, yalayıp geçiyor tabutu. Biraz sonra konuşmalar yine başlıyor, imam gelene kadar, insanlar hep konuşuyor, bir kadının kahkahası hala gözlerimin önünden gitmiyor. Dedem hala orada yatıyor.
Bir köpek, cemaate dikmiş gözlerini, anlam veremeden bakıyor, mahsun.
Namazdan önce imam, dedemin ölümünden çok, ‘kalanların da bir gün öleceği’ temalı bir konuşma yaptıktan sonra cenaze namazı kılınıyor, o esnada amcamın telefonu çalıyor. Dedem orada yatıyor.
Burada adet böyleymiş, kadınlar mezarlığa gitmezmiş, kuzenimle ben gidiyoruz onlara kulak asmayıp. Giderken yolda hep o zehirli ağacı düşünüyorum. Ölülerden beslenen zehirli ağaç. Bir zafer daha kazandı diyorum, eminim kibirle bekliyordur şimdi. Ama ağaç görüş alanıma girdiğinde garip bir şekilde sanki o da hüzünlüymüş gibi geliyor, artık nasıl canlandırdıysam kafamda onu, garipsiyorum bu görüntüyü.
Kalabalık sanki önceden anlaşmışcasına bir ahenk ve iş birliği içerisinde çalışıyor, dedem mezara indiriliyor, üzerine tahta yerine yeni nesil beton bloklar yerleştiriliyor, ve sırayla herkes üzerine toprak atıyor. Bu sırada meraklılar hep en önde izliyor olup biteni. Dedem öylece yatıyor. Amcam bir köşede sessizce ağlıyor.
İmamın sesi insanları adeta bir huşu içinde izlemeye bırakıyor, az önce mezarın yanında duran toprağın yavaş yavaş mezarın üstüne geçişini imamın sesi eşliğinde izliyoruz. Dedem için son duamı edip, çömeldiğim yerden kalktığım anda beynime hücüm eden basınçla, bir anda başım ağrımaya başlıyor. Az önce dedemi getiren traktöre şimdi insanlar doluşuyor, köye yürüyerek dönemek için. Dedem için artık sadece karanlık var, öylece yatıyor.
Tüm bunlar olup biterken ben hep düşünüyorum. Anneannemi ve diğer dedemi. Hep dua ediyorum onlar ölmesin diye. Rahmetli babaannemi özleyip ağlıyorum. Anneannemin öldüğünü düşünüp, adete o anı yaşayıp ağlıyorum. Hepsi bir yana hep bu yazıyı düşünüyorum, her olup bitenle bir cümle oluşturuyorum kafamda ve unutmamayı umuyorum. Dedemi düşünüyorum, beyaz çarşafa sarılmış, hareket edemiyor, öylece duruyor.