30 Aralık 2012 Pazar

Evladını kaybetmiş bir anne ve onun yaşamayı unutmuş suskun kızı

Bazı geceler olur hani, yalnızlıktan, derin bir hüzün, umutsuzluk ve kabullenişten başka hiçbir şey yoktur etrafta. O yoktur, bilirsin, inanmak istemezsin. Sıranın sende olduğunu bilirsin, unutmak istersin. Sessizlik vardır sadece, acı. Hatırlanmak istersin hep, hiç unutulmamak, bir gün yok olacağını hiç varolmamışcasına, unutmak.
Sıra bende... Ben bilmezken hayatına dokunduğumun acısını, o çok önemli hayatıma devam ederken çırpınarak, yasemin kokusuna kahrolan. Ben yalanların içine gömülmüşken, etrafta hiç koku yoktu. Battım, çıktım, battım...
Neden böyle hüzün dolu içim bu gece? Nereden geliyor yazdıklarım parmaklarımın ucuna? Çok zorlanıyorum yazmakta... Ama yazmak istiyorum, yazmak, elimden başka bir şey gelmedikçe yazmak, defterler dolusu. Defterler alıyorum, kitaplar. Başka hayatlar satın alıyorum, başka hayatları harcayarak.

Yazdıklarımı siliyorum, yeni baştan yazıyorum.
Burada her cümle anlamını yitirmeli bir gün.
O gün geldiğinde nerede olurum acaba?

İşte şimdi farklı bir boyut kazanmalı bu yazı. Kızmalıyım yine, kendime ve herkese, her şeye. Ama  buna hiç hakkım yok biliyorum, bilincindeyim bu gece evrendeki varlığımın değersizliğinin. Gitmeyim bu gece, hiçbir yere. Yok olmalıyım yine, kaybolmalıyım. Dünya ayaklarımın altından kayıp giderken, ayaklarım yere basmamalı yine, uçmalıyım. Canım yanıyor, içim eziliyor, çaresizim. Yorgunum, sıkılmış biraz. Biraz değil, çok. Güçlü olmalıyım, kararlı, en önemlisi, azimli. Ders çalışmalıyım bu gece mesela. Sabaha kadar belki. Belki değil, mutlaka. Bu yazıyı hiç yazmamış olduğum bir sabaha uyanmalıyım yine, daha önce yapabilmiştim, yine yapmalıyım. En az benim değersizliğim kadar değerli herkes.

Neden hep 'ben' önemli olan! Ölümün acımasız sessizliği üzerimizdeyken, nasıl oluyor da bizim zerre kadar değeri olmayan hakikatlerimiz bu denli önemli olabiliyor? Hiçbir şey önemli değil evladını kaybetmiş bir annenin sessiz çığlığından*. Ve onun yaşamayı unutmuş kızının suskunluğundan. Değersiz varlıklarımıza lanet olsun.

25 Aralık 2012 Salı

Kaç gece sinir krizi geçirdim hatırlamıyorum. Çoğunluğu rüyalarımdaydı. Birkaçı ise gece sessiz sessiz çırpınarak ağlayışım. Buz tutmuş ellerim, kaynıyor zihnim. Tüm dünyaya lanet olsun. Derin nefesler, diz sallamalar, ileri geri sallanmalar, hiç biri fayda etmiyor. Ellerim buz tutmuş. Burnum da. Ama beynimden dumanlar çıkıyor.
Kaçıncı kez zoru seçiyorum, bilmiyorum. Bu kaçıncı gece aklımı alıp gittiğim, bilmiyorum. Tek bildiğim öfke kustuğum, lanet okuduğum, düşündüğüm, yazdığım.
Sizleri de aramızda görmekten hoşnuttuk demeyecek dünya bana ben ayrılırken. Tek renk kırmızı, oyunun dışındayım. Bu kadar basit işte, ne sanmıştın ki. Bireyler ve bencillikler dünyası. Sen varsın bir tek, ben varım.  Biz yokuz, hiç olmadık ki zaten.
Yine aynı şeyleri düşüncem, yine aynı şeyleri hissedicem, yine aynı bataklıkta batıp, aynı denizde yıkanıcam. Aynı yolları yürücem, aynı yaprakların düşüşünü seyredicem.
Bana da lanet olsun, sana da. Bu yazıya da.

Siyah elbiseli kadın

Neden bütün hikayeler küçük bir kızla başlar? Ya da kahraman neden hep küçük bir çocuktur? İçimizdeki çocuğun sesini bastıramadığımızdan mıdır? Hala küçük bir çocuk gibi ilgi beklediğimizden mi?
Bu kez bir kadın olsun hikayenin kahramanı, içindeki çocuğu dizginlemeye çalışan. Bir çocuğun aksine, kendini kandırmayı bırakmaya karar vermiş olsun, herkesten farklı düşünüp, farklı yaşamaya, kendi doğrularıyla. İstese de saklayamıyor olsun içindekini, dışa vursun hep. Ben buradayım, buyum desin. Gitsin, ama gelmesin. Hep başlayıp bitsin. Bütün duyguları korkmadan, cesurca yaşamaya alışmış olsun. Aşk, sevinç, coşku, öfke, nefret, hezeyan... Neyi iyi yapıyorsa onu yapıyor olsun, başka bir şey değil. Nerede mutluysa orada olsun, yani sürekli yer değiştirsin.
Bir gün en güzel, en hafif giysisini* giymiş olsun. Siyah bir elbise, üst kısmı vücudunun kıvrımlarını ortaya çıkarırken, alt kısmı aşağıya doğru açılan. Mumlar olsun etrafta, loş bir ışıkta, sarı yüzler yanıp sönsün. Hayatının en güzel, en kötü gününü yaşamış olsun, bir yandan silmeye çalışırken, diğer taraftan unutmamaya çalışacağı.
Vazgeçtim, bir masal kahramanı olsun. Gri bir şehirde, mosmor, solmuş bir çiçek gibi yürüyen. Her adımda umudu azaldıkça, öfkesi artan. Tek renk mor olsun o şehirde, ondan başka renk olmasın. Yok olmak istesin boşlukta, milyonlarca küçük parçaya ayrılıp evrene saçılmak, küçük, parlak, mor yıldızlar gibi yağmak gökten.
Haykırmak istesin, ama ağlamak değil. Yalnız kalmak istesin, ama tamamen değil. Her elini uzattığında yanında, her itişinde uzağında olacak birini arasın hep. Hiçbir şey istemesin çoğu zaman. Bir an pişman olsun, bir an olmasın. Kimse çıkmasın yoluna, yerdeki çalılar gibi ezsin onları. Bir an var ederken birini, bir an yok etsin, dokunsun ve sadece bir duman kalsın geride, başka hiçbir şey değil. Hiç iz kalmasın ardında, geri dönmek istese de yolu bulamasın diye.
Kaybolsun...

23 Aralık 2012 Pazar

Azimmiş

Nerde o azimli Yasemin! Hani 'pretending to be normal' ayakları yapıyordun ne zamandır ne oldu şimdi! Öyle yapcam, böyle yapcam, bi daha asla şöyle yapmıcam, bi daha asla hayal kırıklığına uğramıcam çünkü hiç beklentiye girmicem. Hı hı, evet evet, hı hı hı hı, öyledir, hı hı tabi...
Hayat da tekrarlardan ibaret bir döngüymüş meğer de ben bilmiyormuş gibi davranıyormuşum. O zaman şimdi yine azimli Yasemin desin ki; bi daha asla başka biriymiş gibi davranmıcam! Neysem oyum işte. Ben, bu dünyanın insanı değilim. Düşünmicem, kızmıcam, nefret etmicem, hayallerimdeki dünya gerçek değilse, belki yaşamıcam da...
Korkma, demek istediğim, ben ben olmadığımda yaşamıyorum ki zaten, o başka biri yaşayan, ben değilim. Beni öldürüyorum! Bunu kendime yapmaya ne hakkım var! Hayat buysa, merhaba... Elveda...

21 Aralık 2012 Cuma

Yasak Meyve

Bugünlerde her gece kapımın önünde aynı köpeği yatarken buluyorum. İlk gün sevmiştim onu, konuşmuştuk biraz, sonra girmiştim içeri. İkinci gün yine aynı yerde beni beklediğini gördüm, beni görür görmez tanıdı ve sevgime karşılık verdi, o kadar çok bağırdı ki, çığlığını ta içimde duydum 'beni sev'... Çağrıya karşılık vermemek imkansızdı, biri beni sevdiğinde fütursuzca karşılık verme içgüdüme hala engel olamıyorum, herkes gibi ben de sevmek ve sevilmekten hoşlanıyorum, köpek de... İkinci günde kalmıştık, bu kez daha çok konuştuk, daha çok sevdim onu, kocaman tüylerinin içinde kaybolmak istedim, alıp seni götürsem ya dedim, yurt odama, bana eşlik etsen ya bu gece, fena mı olur? Neden yasaklar bu kadar çekicidir! Ah be köpek, nerden çıktın karşıma, şimdi sensiz uyumak zorunda olma fikrinden nefret edicem günlerce, her gece yine o kapının önünde beni bekliyor olacaksın, biliyorum. Bu daha da kötü ya işte, senin orada olduğunu ama yanımda olamayacağını bilmek... Elimden gelse seninle birlikte kapının önünde uyurdum ben de!
Üçüncü gün, köpek yine aynı yerde, fakat bu kez başka bir köpekle birlikte uyuyor, ben bunu kıskanmıyorum, ilginç, oysa buna içerlemem gerekmez miydi? Neyse, benim gönlümde ikisine de yetecek kadar çok sevgi var, gidip ikisini birden sevmeye başlıyorum. Benim köpek çıldırıyor, 'sadece beni sev!'... Peki diyorum, onu kızdırmaktansa diğer köpeği bir yana bırakıp, ilk iki gün olduğu gibi okşamalar, koklaşmalar, öpücükler, sevgi gösterilerine devam ediyoruz. Şimdi artık yurda giriş vaktim geldi ve onu yine istemeyerek orada bırakmak zorundayım! Yurda girmek zorundayım! Peşimden geliyor, izin versem yurdun kapısından içeri girecek, ama güvenlik çetin, kapıda bekliyor, gözü üzerimizde, çok fena! Büyük bir mücadele veriyorum, onu incitmeden kapının dışında bırakmak için. Sonunda kapının içinde ben, dışında Yasak Meyve...

3 Aralık 2012 Pazartesi

Procrastination'ım geldi


Sınavıma saatler kala...
Müzik çalıyor, bu şarkı da ne güzelmiş, hiçbir şey yapmadan birkaç dakika dinleyerek tadını çıkarayım en iyisi, dinlendi.
Biraz kuru yemiş ve çay, hmm evet bu iyi fikir, hemen uygulanmalı, uygulandı.
Aaa internet, şu lanet olası maillerimi kontrol etmeliyim, edildi.
Dur bi bakıyım ya takip ettiğim bloglarda yeni yazılar var mı? Okundu.
Face'e bakmadan da olmaz, bakıldı.
Bir şeyler yazmalıyım, yazıldı.
Derse devam etmeliyim, ERTELEMEDE...

Bilgimin sınanması her daim sinirlerimi bozan bir hadise. Benim bilgimin bana faydası var, bilmiyorsam da o benim sorunum, bana zorluk çıkaracak eninde sonunda. Bütün bir kitabı bir haftada yalayıp yutmamın kime ne yararı var? 'Procrastination'ım geliyor' işte böyle olunca, saçmalamaya başlıyorum, daha mı iyi? Lanet olsun tüm sınavlara ve ben ve benim gibileri böyle saçmalatan sisteme!

Karamsarlık, kesin düşük not alacağım düşünceleri...
Sınavıma (parmak hesabı yapıldı) tam 6,5 saat kala...
Aslında sınav yerine geçebilecek daha mantıklı, daha öğretici alternatifler düşünüldü, bugüne kadar hocaya neden söylenmedi diye kendine kızıldı.
Sınav haftaya ertelense diye dua edildi.
Umutsuzca çalışmaya geri dönmeye karar verildi...
Not: Bunun tam olarak uygulanıp uygulanmayacağı konusunda şu an net bir bilgi yok.

25 Kasım 2012 Pazar

Ölmeliyim.

3 adet ağrı kesici, 4 adet vitamin, 2 adet kas gevşetici komodinin üstünde durmaktadır.
'Dur lan intihar etmeden önce bi bakayım netten nası oluyormuş' diye bilgisayarın başına geçilir. Bir kutu ilaç içip de kusmaktan, mide yıkanmasından veya sadece uyumaktan başka bir sonuç alamayan eziklerin hikayeleri okunduktan sonra, eğer gerçekten yapmak isteniliyorsa doğru hapı bulmanın elzem olduğu anlaşılır. Sonra bu saçma tehdit herkeslere ulaşsın diye bu yazı yazılır, intiharı başka bir bahara bırakıp depresyonun dibine vurmaya karar verilir.
Hayatımı mahvettim lan, tek suçlu benim, en iyisi kendimi öldüreyim. Çok mantıklı geliyor, ama arkamdan geri zekalı ergen dicekler, en iyisi boş vereyim. Bu yazıyı da paylaşmayayım!

3 Ekim 2012 Çarşamba

Post-rock İstasyonunda biraz duralım

Yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdilik nehir bizi evimize attı, güvendeyiz. Bugün evin huzurlu, sakin saatlerini post-rock dinleyerek ve bunun hakkında bir şeyler yazarak, böylelikle biraz huzur bulmaya çalışarak geçirmeye karar verdim. Şimdiden söyleyeyim, bu yazı tamamen post-rock hakkında olacak, bununla vakit kaybetmek istemeyenler, siz burada ineceksiniz.

Efendim öncelikle post-rock dinlemeye nasıl başladığımdan bahsetmeliyim. Olur ya insan bazen dinlediği tüm müziklerden sıkılır ve yeni bir şeyler arayışına girer. Ben de böyle arayarak buldum kendilerini. Öncelikle ders çalışırken dinleyebileceğim enstrümantal müzikler ararken, abimin önerisiyle bazı grupları dinlemeye başladım. Öncelikle 'Toe'. Toe ile çok zaman geçirmişliğimiz var, misal şimdi şarkılarını her dinlediğimde 'Evrim' sınavı için sabahladıklarım gelir aklıma.
Sonra internette bir video görüp, aşık oldum (hem videoya hem de şarkıya). Video deniz kenarında kaydedilmiş, yedi kişilik bir ekip inmiş bir küçük koya, kurmuşlar düzeneği ve çalıyorlar, doğa sesleri de kayda dahil oluyor ve bence mükemmel bir iş çıkmış ortaya. Grubun adı 'For a Minor Reflection', en sevdiklerim arasında ikinci sırada. Aşık olunan video ise burada. Çok uzun bir süre telefonum böyle çalmıştı. :) 

Böylece 'For a Minor Reflection' da eklendi listeye. Sonra bir arkadaş tavsiyesiyle 'Sigur Ros' ile tanıştım. Ve dinler dinlemez sıralamada birinciliğe yükselmeyi başardılar. Sıradan bir Zonguldak-Ankara yolculuğu sırasında ilk kez tüm albümü dinleme fırsatı bulmuş ve tam anlamıyla kendimden geçmiştim. Yolculuk boyunca benden mutlusu yoktu, şarkılar beni dağların hatta bulutların tepesine çıkarıyor, sonra kırlarda çiçeklerin arasında dolaştırıyor, salıncakta sallanma havasında geçip gidiyordu yolculuk. Özellikle Se Lest şarkısına bayılmıştım. Sonraları biraz araştırdığımda, bu kendine has sakinliği, huzuru ve eğlencesiyle beni kendine çeken İzlandalı grubun, fragmanını şuradan izleyebileceğiniz, Heima adlı bir belgesel de çekmiş olduğunu öğrendim. İzlanda'nın muhteşem doğasına hayran kalmamak, bende gideyim orada sakin huzurlu bir hayat yaşayım başka bir şey istemem dememek elimde değildi. Belirtmeden geçemeyeceğim, grubun minimalist tarzı ve ayrıca yaratıcılığı da beni çok etkiledi, topladığı kaya parçalarından vurmalı çalgı yapıyor adam.

Sigur Ros ile de çok iyi anlaştıktan sonra, Grooveshark sitesinde arama bölümüne post rock yazıp yazıp dinledim listeyi. Burada ilk olarak, listenin en başındaki grup olan, 'Explosions in the sky' ile tanıştım. Kendileri de bana oldukça keyif verdi ve yerini 'God is an Astronaut' isimli gruba bıraktı. Eh açıkçası bu grup All is violent, Foverver Lost gibi birkaç aşık olunası şarkısı dışında bana çok sakin gelmedi ve onlarla fazla haşır neşir olmadık, 'Explosions in the sky' ile hoş vakit geçirmeye devam ettik.

Sonra nasıl olduğunu anlayamadan 'No Clear Mind' ile depresyonun dibine vurduk, gerçekten çok sevdim bu grubu, sıralamada üstlerde yani. Bazen Türk filmi tadında müzik yapıyor. Gerçekten. İnanmıyorsanız dinleyin.
Sonrasında birçok farklı grupla tanıştık, anlaştık veya anlaşamadık.

  • '65daysofstatic' ile önceleri sevdik birbirimizi ama sonra onun şarkılarının başındaki sakinliğin şarkının sonuna doğru agresifliğe dönüştüğünü fark ettim ve kendisiyle yollarımızı sonsuza dek ayırdık .
  • 'Mono' en ünlü gruplardan biri ama benim için fazla sert, başımı şişiriyor. Sevmedim onu.
  • 'This will destroy you' benim sevdiğim tarza yakın post-rock yapıyormuş mesela bunu öğrendim (evet, bu kadar deneme sonucunda kendime bir tarz bile edinmişim:)).
  • 'Godspeed you!Black Emperor' biraz depresif, ama fena değil.
  • 'Yndi Halda' ile aramız gayet iyi.
  • 'Wold's end girlfriend' şimdiye kadar dinlediğim en ilginç müziği yapıyor. Şarkıların sürekli değişen bir psikolojisi var ve çıldırmak üzere olduğum, sınırlarda dolaştığım zamanlarda, ne yalan söyleyeyim iyi gidiyor. :)
Grupların hepsinin de isimlerinin birbirinden ilginç olması ayrıca zevk aldığım hususlardan biri.
Genel olarak depresif müzik yaptıklarının farkındayım, ama bende yıl içinde çoğunlukla depresif bir ruh hali içinde olduğum için pek sorun olmuyor. 
Şimdilik bu kadar. Grooveshark'a sunduğu farklı seçenekler için teşekkürü bir borç bilirim.
Bu tarz müzik sevenler ya da bu yazının sonrasında denemek isteyenler için birkaç link de vereyim tam olsun;

25 Eylül 2012 Salı

Kutuplar arası epey yol katettim

Bir uç noktadan diğer bir uç noktaya yaptığım yolculuğu anlattığım yazıma bir düzeltme olarak ekliyorum bu yazıyı.
...

Bir uç noktadan diğer bir uç noktaya yaptığım yolculuğun ardında gizlenen sebep meğer iki uçlu duygudurum bozukluğu imiş (bipolar bozukluk da deniyor). Herkesi şaşırtacak derecede kolay ve ani kararlar verdiğim dönem apaçık bir manik atak dönemiymiş. Bilin de özenmeyin, hiç iyi birşey değil aslında bu manik dönem, kimilerine çok özenilesi bir kafa gibi görünse de, sonradan o dönemde verilen kararların sonuçlarıyla cebelleşmek zorunda kalıyor insan. Misal şu an ben. Bu da tekrar depresyonu getiriyor. Bu yüzden manik depresif de deniliyor zaten bu hastalığa. Hadi depresyonu anladık da manik döneme girilmesinin sebebi ne derseniz, hocam ben araştırdım :)), bu hastalık genetik kökenli ve beyinde bazı kimyasalların dengesizliğinden kaynaklandığı düşünülüyor. Tedavi edilmezse mani ve depresyon dönemleri sıklaşıyor. Ben kendimde bu hastalığın olduğu kanaatine vardığım günün ertesi günü psikiyatra gittim ve tedavime başladım (ek bilgi: ilaçsız tedavi edilemiyormuş).
Şimdi herşey çözümlendi kafamda. Nasıl bu kadar çabuk değişmişti fikirlerim, nasıl bu kadar inanabiliyor ve çevremdekileri de kendi inandığım şeylere inandırabiliyordum, inandığım şeyin peşinden yürüyor da yürüyordum. 
İnanılmaz bir enerjim vardı, gün boyu yürüyerek atmaya çalışıyordum. Aslında yürüdüğüm yollar değildi sanki, ayaklarımın altından kayıp gidiyordu dünya, ben uçuyordum. Bir yanda defterler, kitaplar, bilgisayar, tv... Hepsiyle de ilgileniyordum.  Az yiyor, az uyuyor, çok konuşuyor, sürekli yazıyor, pek çok şeyle ilgileniyordum. Bir ara, ki muhtemelen en ağır dönemiydi, halüsinasyonlar bile gördüm.Tamamen kendi kurduğum dünyada yaşıyordum ve sadece istemem yeterliydi başarmak için, herşey mümkündü. Şimdi düşünüyorum da resmen uçmuştum, başka bir dünyada yaşıyordum, öyle bir dünya ki, herşey toz pembe, herşey çok güzel, aldığım her nefes değerli, her an önemli, ağaçlar, yapraklar, deniz, gökyüzü mükemmeldi. Bu yüzden hala çekici geliyorsa bana bile, size de öyle gelebilir. Her konuda dibe batmış durumdayken bile mutlu olmak, umursamamak güzel geliyorsa size, varın siz öyle deyin.
Sonra zamanla normale döndüm. Zaman herşeyin ilacıymış dedim, devam ettim.
Bir gün bir yazı okudum, içinde bipolar kelimesi geçen. Meraklıyım ya açtım baktım ne menem bişeymiş bu diye. İşte o gece çok kötü bir geceydi benim için, aklımdaki soruların hepsi bir anda cevaplanıvermişti, bu iyiydi. Ama hep böyle mi olacaktı, bir depresyon bir mani. Telaşlandım. Korktum. Ağladım. Niye ben diye üzüldüm. Sonra doktora gittim. Kabullendim.
 Soy ağacımıza şöyle bir baktım, kalıtımsal olan bu durumumda şaşılacak hiç birşey yoktu. Daha kötüsü de olabilirdi dedim, yoluma devam ettim.

24 Eylül 2012 Pazartesi

...

Bir depresyonun erken uyarı semptomlarını yaşadığım şu dönemde, hayat benim için oldukça zor ilerliyor. Aklımda yarım kalmış milyonlarca iş, içimde yaşayamadıklarım, hayallerim fazlaca birikti. Hiçbir şeye zamanım yok ama hiçbir şey yaptığım da yok. Hayat gözlerimin önünde, beni de içine katıp, akıp gidiyor. Zaman, asla izin vermiyor tüm hayallerin gerçek olmasına. Ve ben başka şeyler planlarken, başıma gelenlerden ibaret oluyor hayat.*
Kenarlardaki çalılara tutunmaya çalışıyorum bazen ama tutunabileceğim bir çalı da yok gibi geliyor. Zaten kelimesini de çok fazla kullanmaya başladım ki bu herşeyin üstüste gelmesinin bir sonucu biliyorum.
Çırpındıkça gömülmek istemiyorum.
.
.
.

24 Nisan 2012 Salı

Evrenin Çarkları

Herkes kendi çarkını döndürebilmek için başka bir çarka ihtiyaç duyarken, isteyerek ya da istemeden daha pek çok çarkı da döndürmek zorunda kalıyor. Başkalarının hayatlarına dokunmak... Sanki elinde sihirli bir deynek varmış gibi, yavaşça, eğilip, dokunmak ve... hokus pokussss..... Tüm dünya değişir, evrenin her parçası etkilenir bundan... Ve sen bir gün, hata yaptığını anladığında, çok geçtir artık, çünkü zamanın çarkları ters yöne dönmez, ezilen ezilmiş, kırılan kırılmıştır, asla eskisi gibi olmaz bir daha... Ancak düzeltilebilir bazı şeyler, kırılan vazoyu yapıştırmak gibi olsa da, hiç yoktan iyidir der, uğraşırsın... Uğraşırsın, uğraşırsın, uğraşırsın... Kırılması ne kadar da kolay olmuştu ama yapıştırması çok zormuş. Uğraşırsın, bir daha asla eskisi gibi güzel, eskisi gibi parlak, eskisi gibi pürüzsüz, çatlaksız, dosdoğru olamayacak bir vazo için, belki bir ömür uğraşman gerekeceğini bile bile, uğraşırsın... Hep böyle olmak zorunda mı? Vazoları kırmadan da 'öğrenemez' mi insan?

6 Mart 2012 Salı

BİR YALNIZLIK HİKAYESİ



Dışarıda yağmur tüm pislikleri temizlemekte, gökyüzü parçalanırcasına gürlemekte, rüzgar yurdun sessiz koridorlarında ıslık çalarak küstahça dolaşmaktayken, hikayemizin tek ve ana karakteri, bütün gece boyunca bu senfoni eşliğinde, sessiz ve karanlık odasında, masa lambasının silik sarı ışığında, içindeki endişeyi (açıkçası korkuyu) bastırmaya çalışarak kitabını okudu. Arada karşı pencereden de ona bakmakta olan biri olduğunu hayal ederek pencereden dışarı bakıp, lambaların ışığından yağmurun ve rüzgarın şiddetini kestirmeye çalışıyor, her şeyin normal olduğuna emin olduğunda da kitabını okumaya devam ediyordu. Sonunda güneş doğmadan hemen önce, artık göz kapakları iyice ağırlaştığında derin ve huzursuz bir uykuya daldı. Uzun zamandır gözlerini katıksız mutluluk ve huzurla kapayıp uykuya daldığı olmamıştı. Yaptığı her şey gibi uyku da bir zorunluluk halini almış, huzur verici, dinlendirici, rahatlatıcı gibi özelliklerini yitirmişti. Oysa eskiden uyumaktan, doyasıya uyumaktan ne kadar da keyif alırdı. Hatta kimileri onun uykuyu bu kadar sevmesinin doğru olmadığını, hayatı kaçırdığını söylerdi ama o, ne zaman uzun uzun uyuyabilip, ne zaman kısa bir uykuyla yetinmesi gerektiğini çok iyi bildiğini düşünür ve kısacık olduğu zamanlarda bile uykusunun tadını çıkarırdı.
Yine saatlerce kitap okuduğu, ama bu kez sessiz, bir gecenin sabahında (bu kez kitabı bitirebileceğini düşünüp, güneşin doğuşuna aldırmamıştı) uyumaya kadar verdiğinde, gecenin sessizliği ve karanlığı için geç, yeni gün için çok erken bir saatti. Bu aydınlık ve gürültülü saatler boyunca uyumaya çalışarak çektiği işkencenin ardından, sabah on buçukta nihayet uykuya dalabildi. Akşam üstü bu diğerlerinin bir benzeri olan güne uyandığında ne heyecan ne keder  hiçbir şey hissetmiyordu. Artık neredeyse mekanikleşmiş hareketlerle hazırlanıp dışarı çıktı, döndüğündeyse bütün gece bitiremediği kitabını bitirdi. İlginç olmayan bir şekilde, kitabın sonunda da şaşırtıcı bir şey yoktu.
Akşam, ne yesem diye gönül gezdirirken (canı bir şey istiyordu ama ne?), birden fark ettiği şeyin çarpıcılığıyla adeta sarsıldı. Canının istediği şey sadece biraz şefkatti, başını yaslayacağı sıcak bir omuz. Ve beklenmedik bir şekilde, yalnızlığa alıştığını şaşkınlıkla fark ederek, iyi ya da kötü hiçbir şey hissetmeden, rutinine döndü.

28 Şubat 2012 Salı

Yeni Bir Başlangıç


Hayatta hiçbir hata cezasız kalmıyordu. Hayatın normal akışı içinde bazen fark edemesek de, herkes bir şekilde hatalarının bedelini ödüyordu. Ben de çocukluğumdan kalan son damla gözüpekliğim ve umursamazlığımla yapmış olduğum, o zamanlar göremesem de, büyük bir hatanın bedelini fazlasıyla ödüyordum.
Aşk, hayatın içine öylesine işlemiş, kadınla erkek arasındaki etkileşim hayatın her alanında o kadar görmezden gelinemez hale gelmişti ki, bunu inkar etmek imkansızdı. İnsanlar atacakları her adımda, bu karmaşık ilişkileri göz önünde bulundurmak zorundaydı. Belki de en zoru, böyle bir dünyada, bir aileyi bir arada tutabilmekti. Zira doğamız gereği, bu olan biteni durdurmak imkansızdı.
Hatalarının bedelini ödediğinin farkında olan bir insanın kabullenişiyle, yavaş yavaş dibe batışımı seyrettim. Ama arkadaşım haklıydı. Ne yazık ki bundan daha kötüsü de vardı ve ben hiç aklıma getirmek istemesem de, benim başıma gelecek olan da buydu. İnsanı hayata bağlayan şey yaptığı işti…
Her bitiş, yeni bir başlangıçtı…

16 Şubat 2012 Perşembe

BU YAZ


Bu yaz anneannem ve dedemin köydeki evlerinde kalmak üzere bir haftalığına Çankırı’ya köyüme gittim. Ben onların onlar da benim bir dediğimi iki etmediğinden (anlatım bozukluğu takıntınız varsa kusura bakmayın) sorunsuz ve çok güzel bir hafta geçirdik. Her akşam bahçeden marul, tere ve bilumum yeşillikleri toplayıp salatayı yapan ben, bir keresinde bahçemizdeki vişne ağaçlarından dedemin öğrencilerinin de yardımıyla topladığımız tüm vişneleri yıkayıp, ayıklayıp anneannemle birlikte reçel bile yaptım. İnsanın bahçesinde bir şeyler yetiştirmesi harika! Her neyse.
Günümün çoğunu anneanneme çeşitli işlerde yardım ederek geçiriyor, geri kalan kısmında da kitap okuyordum, dedemin benim için, derenin kenarındaki iki kavak ağacının arasına yapmış olduğu hamakta sallanarak tabii. Övünmek gibi olmasın ama, bir gün dedemle derenin kenarında otururken, ‘bizim bir hamak vardı ya ne oldu o?’ gibisinden laf atayım dedim, 10 dk sonra hamağımda sallanıyor buldum kendimi, öyle de sevecen bir dedem vardır hani :) Anneanneme ‘Senin lokma tatlısının da yeri bir başka’ dediğimi ve sonrasında olanları hiç anlatmıyorum bile. 
Bu da bizim köyün tepeden panoramik bir fotoğrafı. Fotoğrafın üzerine işaretleme yapmak istemediğimden bizim evi gösteremiyorum ama köyün en son ve dereye en yakın evi bize ait, dere ağaçların arasından aktığından göremiyorsunuz.


Evet okumak diyordum, bir yandan da yazıyordum, her zaman yaptığım gibi. Bir şeyler okuduğum zamanlarda daha bir yazasım oluyor nedense, neyse. O sıralar okuduğum kitap ‘Sefiller’ di. Bir akşam dedemle oturmuş din üzerine koyu bir sohbet içine girmiştik. Dedem her zamanki bize bir şeyler öğretebilme, arkasında izler bırakabilme kaygısıyla, sohbetin içinde bazı dersler de vermiyor değildi. O sırada anneannem banyodan seslendi, ‘hoca efendiiii’… Dedem de bir yandan onun sırtını liflemek üzere gömleğinin kollarını katlarken bir yandan ‘bensiz de hiçbir şey yapamaz’ diye gülümseyerek mırıldanıyordu. Sonra banyoya giderken kapının eşiğinde durdu, döndü ve; ‘Sefilleri okuyorsun, tabii ki bunları da oku, geleceğin için önemli, ama bu dünya bir yolculuk, buradan İstanbul’a giderken otobüste ne kadar rahat edebilirsen o kadar rahat edebilirsin bu dünyada, o yüzden diğer taraf için de bir şeyler yapmak gerek’ dedi ve gitti. O anda bütün dünya durdu sanki, ben sadece düşündüm. Dedem hayatı boyunca ibadet etmiş, sadece bununla da kalmamış etrafındaki herkes tarafından sevilen ve sayılan bir insan olmayı başarmıştı. Bense üniversite hayatım boyunca ahiret inancını tamamen unutarak yaşamış, neredeyse dua etmekten başka hiçbir şey yapmamıştım, hatta son zamanlarda ibadet etmeden dua etmenin utanılacak bir şey olduğunu düşündüğümden dua da etmiyor, giderek dinden uzaklaşıyordum ve şimdi bu gerçek, hem de çok sarsıcı bir şekilde suratıma çarpıyordu. O sıralarda okuduğum ‘Sefiller’ yüzünden de aklım epey karışık olduğundan belki, dedemin kapının eşiğinde durup söylediği o laf, çok etkilemişti beni. O gece uyuyamadım ve düşündüm. Okuduğum bir kitapta (uçurtma avcısı) ‘yeniden iyi bir insan olmak mümkün’ diyordu. Ben de öyle dedim kendime ve o yazı ibadet ederek geçirdim.
Sonra ne oldu biliyor musunuz? Biriyle tanıştım ve bana kuantumdan falan bahsetti, bir şekilde aklıma bu fikrin tohumlarını ekti. Kuantumla ilgili bir sürü kitap aldım, hiçbirini okumaya gerek duymadım sonra. İnternette yaptığım kısa bir araştırmanın üzerine bu konuda çok fazla düşündükçe, günlük yaşamdan çok basit olayları bile kuantumla açıklamanın mümkün olduğunu keşfettim. Daha önceki deneyimlerimi düşündüm, hepsini bununla açıklayabiliyordum, hatta yeni şeyler denedim ve başarılı da oldum. İnsan sadece istediği şeyi başaracağına yürekten inanırsa ona ulaşamaması için hiçbir engel kalmıyordu önünde. Başarısızlıkların hepsinin sebebi yeteri kadar inanmayışımızdı başaracağımıza. İşte tam da buna inandığım bir dönemde birçok cesur karar aldım, arkadaşlarım şaşırıp kaldı, nasıl böyle büyük kararlar alabildiğimi merak etti. Buyrun, işte sebebi.
Bu da çok kısa bir süre içinde bir uç noktadan diğer bir uç noktaya nasıl ulaştığımın hikayesidir.

Çok sonra gelen düzeltme:
http://vanellusia.blogspot.com/2012/09/kutuplar-aras-epey-yol-katettim.html

15 Şubat 2012 Çarşamba

OLGUNLUK

Yıllarca inatla, benden yaşça büyük olan kimi kişilere, 'yaşım küçük olduğu halde onlardan daha olgun olduğumu' söyleyerek ne büyük çocukluk ettiğimi, aslında ben bunları söylerken onları içten içe kıs kıs güldürdüğümü fark ettim. Olgunluk, artık olgunlaştığını düşündüğün ya da iddia ettiğin zamanlarda aslında hiç de olgun olmadığını kabullenmek midir? Öyleyse ben şu an olgun sayılır mıyım? Peki ya aylar sonra yine aynı şeyi söylersem ve ondan aylar sonra da aynı şeyi söylersem, ortaya attığım olgunluk tanımını çürütmüş olmaz mıyım? İnternette birisi olgunluk için şöyle bir cümle kurmuş, daha doğrusu cümlenin başlangıcı ve can alıcı noktası şöyle; ‘bugünlerde benim için olgunluk…’ evet sanırım bu daha iyi açıklıyor her şeyi. Olgunluk gün geçtikçe artan, her gün biraz daha edinilen ve her ne zaman tanımlanırsa tanımlansın, cümlenin başına ‘bugünlerde benim için olgunluk…’ tümcesi getirilmesi gereken bir olgudur.
Eh bu kadar söylemişken bugünlerde benim için olgunluk tanımını da yapayım bari; 'her şeye ok' diyebilmektir, ya da 'olur, fark etmez'... Ama bunları söylerken aslında ne kadar da fark ettiğini ama böyle söyleyerek karşındakini mutlu edeceğini düşünmektir. İnatçılığın biraz biraz son bulmaya başladığı bir dönemdir. Daha kolay 'tamam' der, az konuşup, çok dinler, karşındakini dinlerken kafa sallarsın içinden şunları geçirerek; ' hepsini biliyorum, bundan sonra ne yaşayabileceğini de, ama söylesem de yine aynısını yapacaksın onu da biliyorum, en iyisi söylemeyim' ...
Sorumluluk alabilecek yaşta olduğunu düşünmektir, hatta sorumluluk almaya çalışmaktır (ne saçma, zorunda kalmadıkça sorumluluk al-ma!). Elde edebileceğin şeylerle yetinebileceğini düşünmeye başlamak, hayallerinden uzak bir hayatı aslında kabul edebileceğini kabullenmeye çalışmaktır.
Bu ağır cümleden sonra ne yazsam hafif kalır, ben kaçayım en iyisi, boğazıma bir fil oturdu sanki!

30 Ocak 2012 Pazartesi

Deliler!

Çevreme bakınca herkes deli gibi görünüyor gözüme. Herkeste var biraz sanki delilik, kiminde gizli, içten içe, kimi dışa vuruyor avaz avaz, deliliğinin farkında bile olmadan. Bir de akıllı deliler var ki onlardan korkulur. Bunu okuyan akıllı delilere sesleniyorum, hepimiz az biraz deliyiz. Evet, kabul edin ki öyleyiz. Çevrenize bir bakın, herkes işinde gücünce. Devlete kapağı bir atarsak yırttık diyorlar, bir daha sırtımız yere gelmez. Herkes okuyup adam olmaya çalışıyor, üniversiteyi tabiri caizse mal gibi yaşayıp başarılı bir şekilde tamamlayan birçok akıllı insan gördüm mesela, ama çok güzel bir üniversite hayatı yaşayıp okulu uzatan deliler de çok gördüm! Aklı başında insan, adam gibi okulunu okur, staj filan yapar, yani üniversite bitince hemen işe girebilsin diye ne gerekiyorsa işte. Mezun olur, işe girer, evlilik planlar, evlenir, çocuk yapar. Bu insanın 25'inden sonra yapacak farklı bir şeyi kalmamıştır artık, herkesin gözünde de 1 numaradır. 'Bak gördün mü bilmem kimin kızı-oğlunun çocuğu bile var' dır artık.
Sen ne yapıyorsun? Hayallerinin peşinden mi koşuyorsun? Kendi çabalarınla bir şeyler başarmaya mı çalışıyorsun? Boşuna uğraşma 40'ına kadar zaten başarısız olarak addedileceksin, sonrasında da belki birkaç kişi fark edecek aslında bu hayatı senin yaşadığını ve onların düşündüğünün aksine aslında başarılı olduğunu. Ve evet siz zaten başkalarının ne söylediğini umursamıyorsunuz değil mi? Biliyorum. Sadece söylemek istedim.

28 Ocak 2012 Cumartesi

#Bence Yalnızlık


Bir yerden başlamak gerek, zira boşa geçiyor zaman... Düşünme aşamasındayım, bu bir Fotoğraf Günlüğüne de dönüşebilir ileride, sadece bir başlangıç yapılmış olarak kalacak bir süre.
Bu gece yalnızlar coştu, Türkiye yalnızlık konuştu...Kimisi yalnızlık özgürlüktür dedi, kimisi istemem ben böyle hüzünlü bir özgürlük... 
Bence yalnızlık adım adım psikopatlığa yaklaşmaktır. En azından bende aşama aşama görülen belirtiler bunlar oldu. Bir sahne var aklımda, bütün gece ders çalışmaya çalışılarak yani procrastination (kaytarma-erteleme) ile geçirilir, sabaha varılır, uyunur, öğlen kalkılır, iki çeşit köfte vardır zaten dolapta sadece ve bir de mayonez yanında. Her sabah birkaç tanesi kızartılır, hep aynı tabak ve yanına mayonez sıkılır, bir şeyler izlerken köfteler yenir, sonra bulaşık yıkanır. Gün ve gece bir öncekinin aynıdır, sabah aynı tava, aynı sarı tabak, aynı sahne. Ertesi gün yine aynı. Evden sadece ekmek almak için veya köfte bittiyse çıkılır, saç baş dağınık, gözler şiş halde, pijamalarla... Yapmak istenilen çok şey vardır, hepsi ertelenir, hiç birşey yapılamaz, yapılması gereken şey de bu orduya dahildir... Sonra bu dönem geçer, şöyle bir dönem gelir. Her şeyi yapmak için zaman vardır fakat kişi kendinde bu gücü bulamaz, bir uyuşukluk baş gösterir. Canın hiç bir şey yapmak istemezken aklından şu geçmektedir; 'Ulen şu boş zaman benim istediğimde elime geçecekti kiii...' Ama hiçbir zaman öyle olmaz. Sonunda her şey biter, herkes gider, kalırsın tek başına yine, bu kez gerçekten yalnızsındır. Kafaya koyarsın, bu sefer tadını çıkaracaksındır yalnızlığın, zaman geçer, sınırsız seçenek vardır hangisini seçeceğini bilemediğin, bir süre sırayla, hangisini keyfin istiyorsa yaparsın, bir zaman sonra artık hiç bir şey yapmak istemez hale gelirsin ki burada depresyon başlıyor demektir. O zamanlar bir psikoloğa gitsem iyi olur dersin. Her gün yatağının başucuna o okumayı çok istediğin kitaplar, yazmayı çok isteyerek aldığın güzel defterler konulur, elde laptop, önünde sınırsız internet yani dünya parmaklarının ucundadır, karşında da TV. Bir sürü kitaba başlar bırakırsın, içinden yazmak gelmez başlayıp bırakmaktansa başlamazsın, o koskocaman sınırsız dünya birkaç siteye girip göz atmakla bitmiş gibi gelir, Tv izlemeyi zaten çoktan bırakmışsındır. İnsanların arayıp da bulamadığı şeye sahipsindir ama sıkılırsın. Bu zamanlarda uzun uzun duş almak iyi gelir bir süre sonra o da sıkar. Yüzüme bakım yapayım dersin o da birkaç gün sürer en fazla. Şu herkesin 'istenmeyen tüy' olarak adlandırmaktan hoşlandığı ve hep nefret ettiğin tüylerinle barışık yaşamaya başlarsın bir süre sonra... A aaa bir de bakmışsın dişlerini bile fırçalamak istemiyorsun artık. Kimseyi aramak istemiyorsun, aranmak istemiyorsundur, telefonlar kapatılır, dostlarını bile görmek, konuşmak istemezsin. Doktor bana ne yapacak ki demeye başlarsın, bana kimse yardım edemez. İşte bu noktada sanırım kafayı yemeye başlamış olunuyor. Bakkaldan hep aynı şeyleri alıyorsun, sevdiğin ve sevmediğin şeyler sabit ki obsesiflik başlamıştır. Yalnızlığına dokunuldu mu ürperirsin, kalabalık ürpertici ve yorucu olmaya başlar senin için ki agorafobi yoldadır. Kendini umutsuz ve başarısız hissetmektesindir. Sonunda ÇARESİZ de hisseder takılıp kalırsın bir yerde. Koskocaman dünyada, dünyanın küçücük bir köşesinde, dört duvar arasında...
Evet, çok psikolojik oldu bu yazı, ama en başta demiştim, bence yalnızlık adım adım psikopatlığa yaklaşmaktır diye:)