Yolda Ankara’ya gelirken, ilk iş göz doktoruna gitmekti
planım, abim beni aldı, arabaya bindik, tam planımdan bahsedecekken, dur dedi,
daha önemli bir şey var, sana kötü bir haberim var. ‘Sana kötü bir haberim var’
dedikten sonra artık dedemin öldüğünü söylemesine gerek yoktu, anlamıştım.
Birkaç ay önce, dedemin artık yalnız başına yaşayamayacağına
karar vermesi gibi, şimdi de Allah onu yanına almaya karar vermişti. Dedemin
kararı bana hep çok garip gelmişti, bir gün önce yürüyor, yemek yiyor ve kendi
başına tuvalete gidebiliyorken, ertesi gün bunların hiçbirini artık tek başına
yapamayacağına karar vermişti ve yatağına yatmıştı. Bir süre çocukları, sonra
da bakıcısı tarafından bakıldıktan, iyice kilo verdikten (ki zaten çok zayıftı)
ve sırtında yaralar çıktıktan sonra da bir gün ölmüştü.
Eve gelip kıyafetlerimi değiştirdim, siyahları giydim,
dedemin evine gittim. Öncesinde sordum, evdeki durum nasıldı? Herkesin
beklediği bir şeydi diyor abim. Beklenen bir ölüm. Nasıl oluyormuş acaba
diyorum, gidiyoruz. Babam ve amcalarım sakin, metin. Babam beni gülümseyerek
karşılamaya çalışıyor...
Daha önceden tecrübeyim, bir ölü evi nasıl olur bildiğimi
sanıyorum. Ama bu çok farklı. Bir önceki çok genç, üç küçük çocuğu var, evde
sakinleştirilmesi gereken bir anne ve kardeşler var. Bunda ise ‘beklelen ölüm’
dedikleri şey söz konusu. Nasıl oluyorsa beklenen ölüm.
Her ölü evinde alışılageldiği gibi, başta su böreği ve
baklava olmak üzere, kap kap yemek geliyor, ha bir de çay ve şeker! Gelenlere
ikram ediliyor hepsi. Komşulardan çay kaşığı, çay tabağı isteniyor, hepsi
fazlasıyla geliyor, hatta kalacak yere ihtiyaç varsa buyurun deniliyor.
Ev dolu şimdi. Dedemi tanıyan, seven, sevmeyen insanlarla
dolup boşalıyor. Oysa ben biliyorum, dedemin yıllarca o evde ne kadar yalnız
kaldığını. Sonunda sıkılıp ölmeye yatmasına şaşmamak gerek.
Durmadan yenilip içiliyor ölü evlerinde, canına değsinmiş. Peki
diyor, servise devam ediyoruz. Biz de acıkıp biz de yiyoruz. Aklıma bir önceki
ölü evindeki bilge bir teyzenin sözü geliyor ‘elbette üzüleceğiz, acımızı
yaşayacağız, ama elbet yiyip içeceğiz, güleceğiz de!’
Dedemle en çok vakit geçirme fırsatını bulanlar en çok
üzülüyor. En büyük kuzenlerim en başta. Dedem odasında yatıyor, yeni
öğreniyorum yatağından indirip yere yatırmışlar, yatakta olmazmış, neden
bilmiyorum. Kuzenim dedeme sarılıp ağlıyor, uzaktan duyuyorum. Biri ağlayınca
dayanamam ki ben.
Kadınlar küçük bir odada toplanmış, erkekler salonda. Herkes
birbirinin hatırını soruyor, kuzenim ve ben hatırı sorulanlardanız, hatır
soranlardan değil. Her şey saçma geliyor. Dedem içerde yatıyor. Bir anlık bir
sessizlik oluyor ve bir telefon çalıyor, sessizliği bir şarkı bölüyor; ‘hani o
bırakıp giderken seni’. Bir ara, holde yalnız oturuyorum, dedemin odası,
kadınların oturduğu oda ve salonun arasındayım. Gözlerimi kapadığımda sesler
duyuyorum, insanlar üçerli beşerli gruplar halinde farklı konularda sohbet
ediyor. Evde bir gürültü var, dedem içerde yatıyor.
Ertesi gün sabahtan dedemi odasından çıkarıyorlar, yürüyerek
girdiği evinden tabutuyla çıkıyor. Ve bir cenaze arabasının içinde, o çok
özlediği karısının yanına gömülmek üzere köyüne gidiyor.
Köye gelir gelmez dedemi yıkıyorlar, babama senin de bir tas
su dökmen iyi olur deseler de babam oralı olmuyor. Bir ara dedemin beyaz
çarşafa sarılmış tabutun içinde öylece durduğunu görüyorum, beyaz çarşaf baş ve
ayak kısmından düğümlenmiş sanırım, yıkandıktan sonra cenaze arabasına konuyor
tekrar. Kim ne yana çekse o yana gidiyor artık dedem.
Öğle namazından sonra cenaze namazı için musalla taşına
yatırılıyor tabut. Dedemi yıkadıktan sonra evine gidip banyo yapması
gerekiyormuş imamın, sonra da namazını kılıp gelene kadar dedem orada öylece
yatıyor. Önce büyük bir sessizlik, bir rüzgar esip, yalayıp geçiyor tabutu.
Biraz sonra konuşmalar yine başlıyor, imam gelene kadar, insanlar hep
konuşuyor, bir kadının kahkahası hala gözlerimin önünden gitmiyor. Dedem hala
orada yatıyor.
Bir köpek, cemaate dikmiş gözlerini, anlam veremeden bakıyor,
mahsun.
Namazdan önce imam, dedemin ölümünden çok, ‘kalanların da bir
gün öleceği’ temalı bir konuşma yaptıktan sonra cenaze namazı kılınıyor, o
esnada amcamın telefonu çalıyor. Dedem orada yatıyor.
Burada adet böyleymiş, kadınlar mezarlığa gitmezmiş,
kuzenimle ben gidiyoruz onlara kulak asmayıp. Giderken yolda hep o zehirli ağacı
düşünüyorum. Ölülerden beslenen zehirli ağaç. Bir zafer daha kazandı diyorum, eminim
kibirle bekliyordur şimdi. Ama ağaç görüş alanıma girdiğinde garip bir şekilde
sanki o da hüzünlüymüş gibi geliyor, artık nasıl canlandırdıysam kafamda onu,
garipsiyorum bu görüntüyü.
Kalabalık sanki önceden anlaşmışcasına bir ahenk ve iş
birliği içerisinde çalışıyor, dedem mezara indiriliyor, üzerine tahta yerine
yeni nesil beton bloklar yerleştiriliyor, ve sırayla herkes üzerine toprak
atıyor. Bu sırada meraklılar hep en önde izliyor olup biteni. Dedem öylece
yatıyor. Amcam bir köşede sessizce ağlıyor.
İmamın sesi insanları adeta bir huşu içinde izlemeye
bırakıyor, az önce mezarın yanında duran toprağın yavaş yavaş mezarın üstüne
geçişini imamın sesi eşliğinde izliyoruz. Dedem için son duamı edip, çömeldiğim
yerden kalktığım anda beynime hücüm eden basınçla, bir anda başım ağrımaya başlıyor.
Az önce dedemi getiren traktöre şimdi insanlar doluşuyor, köye yürüyerek
dönemek için. Dedem için artık sadece karanlık var, öylece yatıyor.
Tüm bunlar olup biterken ben hep düşünüyorum. Anneannemi ve
diğer dedemi. Hep dua ediyorum onlar ölmesin diye. Rahmetli babaannemi özleyip
ağlıyorum. Anneannemin öldüğünü düşünüp, adete o anı yaşayıp ağlıyorum. Hepsi bir
yana hep bu yazıyı düşünüyorum, her olup bitenle bir cümle oluşturuyorum
kafamda ve unutmamayı umuyorum. Dedemi düşünüyorum, beyaz çarşafa sarılmış,
hareket edemiyor, öylece duruyor.