17 Kasım 2019 Pazar

Hissizleşiyorum günden güne. Yaşayan ama hissetmeyen bir bedene dönüştüm sanki. İlaçlar sanki beynimde bir yerleri bloke etti. Ruh gibi dolaşıyorum etrafta desem yeridir. Ama buna rağmen beynim hiç durmadan düşünmeye ve kafamın içinde bi ses hiç susmadan konuşmaya devam ediyor. Aslında konuşurken yazıyorum. Yani yazacaklarımı düşünüyorum gibi birşey. Bu, yaşamayan biri için anlaması zor ve belki de imkansız bi durum. Şu an hissettiğim tek şey hastalığın pençesinde kıvrandığım. Bir bataktan çıkmaya çalışırken başka bir batağa saplandım. Bahsettiğim iç sıkıntılarından kaynaklı ağlama krizleri de yavaştan kendini göstermeye başladı. Kriz dediysem, durduk yere, sebepsiz ağlama isteğini kastediyorum.
Düşünüyorum, düşünüyorum... bir yere varmayan, manasız düşünceler... ama kendime engel olamıyorum. Bu durumun içinden çıkmak istiyorum. Bu gerçekten tam bi işkence, yaşayan için. Sinirlerime hakim olamıyorum, en yakın arkadaşlarımla bile tartıştım. İyice yalnız hissetmeye başladım.
Aslında son zamanlarda kafa yorduğum bi konu vardı. Yalnızlık ve tek başınalık üzerine. Kendini seven insan kendisiyle vakit geçirmekten de hoşlanır. Ben kendimle vakit geçirmekten hoşlanıyorum. Düşüncelere dalmak da hoşuma gidiyor, bir yere varsa da varmasa da. Keyif alıyorum bu durumdan. Ama şu an hastalığın hassasiyetinden olsa gerek, yaslanacak bir omuza, o omuza ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Özellikle bu akşam. Başımın okşanmasına, şefkate... sevgiye... bir gece ansızın gitsem yine, elimde mor çiçeklerle, beni nasıl karşılar acaba?
Bu blog bir anlamda kendimle, bir anlamda da hala onunla bağ kurma biçimim haline geldi. Peki o bana kendini, duygularını açmazken, ben neden tüm duygularımı açıyorum, tüm çıplaklığımla karşısındayım?
Bu blogun ismini değiştirmeyi düşünüyorum, bir süre daha böyle kalacak sonra ben yazmaya devam edeceğim ama artık onun okumayacağını bilerek yazacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder